Tarih Karşıtları
Sayısız tarih karşıtı hareket içinden önemli olanlarını ele alalım. Psikolojinin bazı kolları, antropoloji ve biyoloji gibi bilim dalları, bazen bilinçlice bazen iyi niyetle tarih karşıtı bir konumda durmaktadırlar. Antropoloji genelde tarih dışı bir insan tanımı yapmaktadır. Psikoloji ve biyoloji de öyle. O. Wilson ve R. Dawkins gibi ünlü Amerikalı genetikçiler, burjuva toplumunun insanın bencil genlerinden doğduğunu savunmaktadırlar. Onlara göre insanlar genlerince yönetilir. Hatta Dawkins “Biz birer makineyiz” diyecek kadar ileri gitmektedir. Genler de bencil olduğuna göre, sınıflı toplum kaçınılmazdır. Üstelik O. Wilson’a göre yönetici genleri olmadığı için kadınlar daha uzun yıllar erkeklere yetişemeyeceklerdir. Kişiliği topluma ve tarihe değil, genlere bağlayınca da insanlığın bugün sahip olduğu her şeyin (özel mülkiyet, savaşlar, cinsiyet eşitsizlikleri) hep var olduğuna ve de hep var olacağına inanırız.
Basit bir tarih incelemesi, insanların genlerce yönetilmediğini, zeki ırklar olmadığını, erkeklerin sahip olduğu toplumsal gücün biyolojik kaynaklardan ziyade tarihsel koşullardan geldiğini göstermektedir. O yüzden genetikçiler savlarını ciddi kanıtlara dayandıramamakta, sürekli basit hayvanlardan örnekler vermektedirler. Ama genetikçilik, suçun, eşitsizliğin, ırk ayrımcılığının “bilimsel” altyapısını oluşturan, insanı bilimsel bir kaderciliğe sürükleyen, değişimi reddeden yapısıyla önemli bir tehlikedir. İnsanlar, milyonlarca yıl bırakalım bencil olmayı, ben olduklarını bile bilmeden yaşadılar. Paleolitik (insanlığın ilk üç milyon yılı) Çağ boyunca gerçekte zayıf bir canlı olan insanı, vahşi hayatta ayakta tutan dayanışma, paylaşma edimidir. Buna değineceğiz. Ama şunu belirtelim, Paleolitik insan “insan” olduğunu bile bilmiyordu. Kendisini leoparlarla, kurtlarla özdeşleştiriyordu. Birey ve “bireysellik” üç-dört yüzyıllık kavramlardır. Daha önce insanlar kendilerini kabile, aşiret, baba-ana adıyla isimlendirirlerdi. Birey kavramından önce kabile kandaşlığı veya dinsel mistisizmde gördüğümüz “ortak ruhun (tanrı) kişide yansıması” olarak ifade edilirdi insanlar… Bugün hâlâ Hindistan’da kişiler kendileri olduklarına inanmazlar. Reenkarnasyon sonucu bir köpek, maymun olarak yeniden doğabileceklerine inanırlar. Bazı ilkel kabilelerde hâlâ “ben” kelimesi yoktur. Hiçbir ırkın ya da cinsin yönetme genlerine sahip olmadığını da belirtelim. Dil ve kültür olmadan bir adaya bırakılan insan yavrusu bırakın yönetmeyi, kendini en basit hayvanlardan bile ayıramayacaktır. Bu ayrıca psikolojinin de es geçtiği konulardan biri.
Malinowski, Trobriand adalarında ilkel toplumları inceledikten sonra şu sonuca varmıştır, “Freud ve psikiyatrinin tüm iddiaları yalnızca Batı toplumunu bağlamaktadır.”
Trobriand adalarında bildiğimiz anlamda evlilik olmadığı gibi çocuklar cinselliklerini serbestçe yaşamaktaydılar. Giyinme ihtiyacı, papazların baskısıyla ortaya çıkmıştı. Baba yanlı bir aile sistemi olmadığı için ne Freud’un çok üzerinde durduğu “Oidipus kompleksi” (erkek çocuğun babasını düşman ve rakip görmesi) ne kızlarda erkekler karşısında duyulan aşağılık duygusu vardı. Böylece, Batı psikoloji okullarının yasalaştırdığı hemen hiçbir kural, bu adalarda geçerli olmuyordu. Cinsel baskı yok, utanma yok, baba baskısı yoktu. O halde konumuz gereği şu sonuca varabiliriz. Belli bir dönemin ruhsal sorunları sadece insan doğasının kendisine değil, aynı zamanda o dönemine (tarihsel) ait sorunlardır. Tarihsel sorunları dışarıda bulursak, bu onları çözebileceğimiz anlamına gelir, yoksa “İnsan olan her yerde her türlü ruhsal sorun vardır” tezine geri döneriz.
Nagesh Goud’un gözüyle Rama ve Sita
Keep reading with a 7-day free trial
Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.