Mahir Ünsal Eriş, Nisan 2023
İnanç Dünyası
Burada ya da başka mecralarda kaleme aldığım yazıları okumuş olanlar dinlerle, ister ilahi olsun ister pagan, inanç bağlamında hiçbir organik ilişkimin olmadığını bileceklerdir. İnsanların diledikleri her şeye inanma özgürlüklerini canım pahasına savunuyorum. Herkes dilediğince inanabilmeli, dininin öğrettiği gibi yaşama özgürlüğüne, başka kimsenin hayat ve huzurunu tehdit etmediği müddetçe sahip olabilmeli bana kalırsa. Evet, dinlerin hiçbirine inanmıyorum ama bu dinlere inanmanın kendisine inanıyorum. Ne mutlu inanana da inanmamak için bir yol bulana da. Bu nedenle yazacaklarımın hiçbir din ya da inancı olduğundan farklı göstermek arzusu içermediğini söylememe sanırım gerek yoktur. Ben bu aralar çok yoruldum. İşlerim çok sıkıştırıyor. Depremden beri de korkunç bir ölü toprağı var üstümde. Biraz da bundan ötürü hoş görebilirsiniz sanırım. Zaten Kur’an da Kafirûn Suresi 6. ayetinde öyle demiyor mu? “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Günümüzden “On üç bin beş yüz” yıl önceye uzanan Göbeklitepe’ye bir bakın. Bakın, dediğim, yani şu anda yazıyı bırakın, yanda bir sekme daha açıp Göbeklitepe yazarak görsellerde aratın. Muhtemelen taştan örülmüş yuvarlak birtakım yapıların ortasına dikilmiş T biçimli taş direkler göreceksiniz. İşte onlara stel deniyor. Ya da dikme. Bu dikmelerin üstünde işlenmiş kimi sahneler var. Aralarına bir kaplumbağayı almış, kolları havada dans eden bir kadın ve bir adam göreceksiniz örneğin. Bu sahnenin uzun ve sağlıklı yaşamı kutsayan bir ritüeli simgelediği düşünülüyor. Başka bir tanesinde akbaba başlı ilahi bir varlık, bir diğerinde özellikle belirtilmiş cinsel organıyla bir erkek aslan göreceksiniz. O kadar çok ki. Saatlerce baksanız sıkılmazsınız. Bir sürü hikaye dolu. Dahasını söyleyeyim, Göbeklitepe günümüzden 13500 yıl önce, (yani piramitlerin yapımına bile 9000 yıl var önümüzde) kitlesel yerleşimin olmadığı, sadece inanç ve kült merkezi olarak işlev gören bir yerdi. Öyle ki buluntuları arasında İran’daki Zağros Dağları’ndan volkanik cam ve Kızıldeniz’den deniz kabukları var. Aradaki mesafeyi düşünün: İran – Kızıldeniz ve Urfa. Demek ki o kadar geniş bir alanda, hem de neredeyse on beş bin yıl önce bir “hac yeri” olmayı başarmış Göbeklitepe. Demek ki tarihin o kadar eski çağlarında bile insanların kurumsallaşmış, basit kabile ritüellerinin ötesinde, ciddi ciddi bir inanç sistemleri mevcutmuş. Tekrar ediyorum, günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce.
Semavi dinler gelene kadar insanların dini yaşamları daha eğlenceli görünüyormuş diye düşünmüş olabilirsiniz. Hani şöyle Yunan mitolojisindeki six-pack’li tanrıları, su gibi tanrıçaları görünce falan. Sizi sürekli olarak cehennemle, gazapla korkutup hizaya sokan, sürekli emirler veren, bunun için kitaplar gönderen üstelik de seviyenize inip size yüzünü bile göstermeyen bir tanrı fikrinin yanında gerçekten de daha neşeli, eğlenceli, avare, tutkulu, heyecanlı görünüyor olabilirler. Oysa değiller. Örneğin çoktanrılı Sümer dininde bilindik başlıca tanrıların dışında her şehrin, her sokağın, her evin ve hatta her şahsın özel tanrıları vardı. Yani bir değil birden fazla hem de çok fazla tanrıyı memnun etmek saikiyle başladığınız bir günü yüzlerce tanrıya tabii olarak geçirmek inanın daha zor olmalı. Diğer yandan çok tanrılı dinlerde “kullar” hepsine tabiydi tabii ama onlar kendi aralarında her zaman öyle bal börek anlaşamıyorlardı. Tanrılar arası savaşlar, iktidar mücadeleleri, kan davaları, kıskançlıklar, hasetler, çekişmeler, evlilikler, intikamlar… Olan hep arada kalan insanlara oluyordu elbette.
Tek tanrılı dinlerle birlikte insanın dinle de doğayla da olan ilişkisi değişti. Çok tanrılı dinler doğanın koynunda gelişen, doğayı açıklamaya yönelik yoğun bir arzunun ürünü olarak doğmuşlardı. Ve çoğunlukla doğa temelliydiler. Fakat insanlık tarihine Yahudilerin armağanı olan tek tanrılı din olgusunda doğa, kudretinden şüphe dahi duyulamayacak mutlak iradenin, mecazi tabirimi mazur görün, “tırnağının ucuyla” bile yönetebileceği basit bir şeye dönüştü. Kâinatı, gökte asılı yıldızları, milyarlarca insanı, hayvan ve bitkiyi yaratan, dünyayı sonsuz sularla dolduran Tanrı için doğa son derece basit bir iş olsa gerekti. Buradaki temel motivasyon şudur aslında. Daha önceki yazılarda da altını çize çize söyledim: bizim türümüz, Homo Sapiens, cevaplara mecburdur. Cevap bulmak zorundadır. Gökten durup dururken sular dökülmeye başlıyorsa buna bir izahat getirmek mecburiyetindedir. Zira Sapiens’in beyni böyle çalışır. İşte tek tanrılı dinler bize sonsuz bir cevaplar repertuvarı vermiş oldu. Motivasyon dediğim odur. Yağmur mu yağdı? Tanrı öyle istediği için. Çok sevdiğiniz birini mi kaybettiniz? Tanrı onu yanına aldı. Üst üste bir sürü doğal felaket mi yaşadınız? Çünkü günahlarınız Tanrı’yı gazaba getirdi. Artık hiçbir şeyi açıklamanıza gerek yok. Daha eski nesillerde tüm doğa olaylarını, beklenmedik tüm kayıpları, ölümü, doğumu, açlığı, tokluğu, öfkeyi, sevgiyi, şehveti her şeyi açıklamak için bir gayret diri kalmak zorundaydı. Bir açıklama yoksa bile bir hikaye bulunmalıydı. Yanardağ mı patladı? Dumanlar mı çıkarıyor? Yeri mi titretiyor? Tepesi havaya uçtuğu için boynuzu varmış gibi mi görünüyor? Hmm… Tıpkı boğa gibi. O da öfkelenince burnundan dumanlar çıkartıyor. O da öfkesiyle oradan oraya koşuştururken yeri sarsıyor, onun da boynuzu var. Demek ki yanardağ da düpedüz onun gibi öfkelendi. Peki, yanardağla boğa birbirine neden bu kadar benziyor? Çünkü yanardağ bir tanrı ve boğa da onun kutsal hayvanı. O halde onu mutlu etmeliyiz ki yanardağ da kızmasın. Alın size hem açıklama hem hikaye.
Bilim öncesi bir çağda bu açıklama bile yeterince tatmin edici ve kesinlikle doğayla bütünleşik bir gayreti içeriyor. Oysa tek tanrılı dinlerde bunlara hiç ihtiyacınız yoktur. Yanardağ mı patladı? Tanrı öyle istedi. Stop. Bitti. Gerisi zaten kolay: “Tanrının işine karışılmaz, onun hikmetinden sual olunmaz.”
Peki, neden mutlaka inanmak zorundayız? Neden illa ki bir manevi tatmin alanı bulmalıyız kendimize? Bilmiyoruz. Yani elbette bilim insanlarının birbirini tamamlayan ya da reddeden birçok yanıtı var bu gibi sorulara. Ama mutlak bir cevabımız yok. İnsan, muhtemelen gerekenden çok erken dünyaya gelen ‘prematüre’ bir canlı olduğu için anneden kopuşta çok büyük bir travma yaşıyor. Buna doğmuş olmak travması deniyor ve ömür boyu yakamızı bırakmıyor. En sevdiğimiz varlık, mevcudiyetimize sebep olan o olağanüstü kaynak bizi henüz yardımsız yürümeyi bırakın, kendi başımıza memeye ağzımızı dayayıp süt bile içemeyeceğimiz bir haldeyken, yeterince olgunlaşmamışken dünyanın kucağına bırakıveriyor. Üstelik minicik bir noktadan kilo ve gram hesabıyla tarif edilen kocaman bir kütleye dönüştüğümüz rahim yolculuğumuzda sahip olduğumuz konfor dünyaya adım attığımız anda kesiliveriyor. Açlıkla, soğuk ve sıcakla, solunum ve sindirim sorunlarıyla karşı karşıya kalıveriyoruz. Büyük bir yıkım. Bu nedenle de tüm hayatımızı kendimize manevi bir alan arayarak geçiriyor olmalıyız. Söylediklerimin bilimsel geçerliliğini savunmuyorum. Yalnızca fikrimi söylüyorum. Belki de sırf bu yüzden inanmaya ve maneviyata mecburuzdur. Ya da en başa döneyim. Belki de sadece Homo Sapiens’in cevap sevdası, sebep-sonuç takıntısı bizi bu yola sürüklüyordur. Kim bilir.
Sanırım ilk yazılardan birindeydi, Poetika buluşmalarından birinde de anlatmış olabilirim. Hatırlayamadım, kusura bakmayın. Avusturalya’da ehliyetine kafasında makarna süzgeciyle çekilmiş fotoğrafını koymak isteyen bir vatandaşı mahkeme haklı bulmuştu. Çünkü adam Uçan Spagetti Canavarı’na inanıyor, kendini bir Pastafaryan olarak tanımlıyordu. Makarna süzgecinin, dininin sembolü olduğunu iddia ettiği için de mahkeme adama hak vererek fotoğrafını ehliyetinde kullanabilmesinin önünü açtı. İnternette haber ve görüntüler mevcut. Komik gelmiştir muhtemelen. Belki de adamın bu işi “geyiğine” yaptığını düşündünüz. Olabilir. Hakikaten dalga geçmek için yapmış da olabilir. Ama ya gerçekten inanıyorsa? İnsan, “ben inanıyorum,” dedikten sonra onun mantığını sorgulamak kimseye düşmez. İnanç mantıkla çürütülebilir bir şey değildir.
Şimdi size bir hikaye anlatayım. Bunu da anlatmışım gibi hissediyorum, mazur görün, hakikaten çok yorgunum.
Keep reading with a 7-day free trial
Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.