Sepin Sinanlıoğlu, Mart 2023
Siktir
Çocukları okula hazırlamaya kalktığım bazı kış sabahları İstanbul’da yoğun sis oluyor. Sis şehir hayatını zorlaştırır, göz gözü görmeyince ulaşım zorlaşır, vapur seferleri iptal edilir ama tam da bu yüzden aynı zamanda romantiktir de.
Sis şiire yakışır.
Sis birçok şairin külliyatında önemli bir yer tutar. İlk akla gelenlerden biri de Tevfik Fikret’in kesintisiz otuz sene süren istibdat dönemini eleştirdiği Sis şiiridir. Hatta Kanun-i Esasi’yi askıya alarak I. Meşrutiyetten sonra istibdat dönemini başlatan II. Abdülhamit’in kuzeni, Tevfik Fikret’in yakın arkadaşı ve son halife Abdülmecit Efendi, bu şiiri tablolarına taşımıştır. “Muhibbi Muazzezim (Muhterem Dostum) Tevfik Fikret Bey’e” diye imzalayarak Tevfik Fikret’e hediye ettiği mevzubahis tabloları Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Şehzade’nın Sıradışı Dünyası: Abdülmecid Efendi” sergisinde görmüştüm. Özellikle bir tanesinden çok etkilenmiş, uzun süre karşısında dikilmiştim. Hikâyesini de oradan biliyorum. Hikâye önemli.
Ama sis denince benim aklıma Tevfik Fikret’inki değil Carl Sandburg’un Sis şiiri düşer.
küçük kedi ayaklarla
gelir sis.sessiz kalçalarla
oturur bakar
limanla kente
ve sonra çeker gider.
çeviren: İsmail Haydar Aksoy
Orta bir ya da ikinci sınıfta Carl Sandburg ve Shel Silverstein’ın şiirlerini karşılaştırdığım bir dönem ödevi yapmıştım. Bu iki şairin seçimi tamamen bizim okulun kütüphanesinde elime onların kitaplarının gelmesindendi. O kütüphane bir vahaydı. Çoğumuz daha önce böyle bir şey görmemiştik. Kitaplar, kitaplar, kitaplar, kütüphane kataloğu, elle yazılmış katalog kartları… Ama kütüphanenin alametifarikası, oditoryumdaki kilise orgunda alma mater diye anılan okul marşını çalan, gömleklerinden yaka ekini eksik etmeyen, eski rahip, kütüphanecimiz sevgili Mr Wallace idi. Mr Wallace, kitapları geç getirdik mi asla gözümüzün yaşına bakmaz, geciktirme cezasını kuruşuna kadar ödetirdi. “Şşşş”leri meşhurdu, kütüphanede sesimizin yükselmesine müsamaha göstermezdi. Bir keresinde beni ve artık tanıdığınız Sidem’i kütüphaneden atmıştı. O dönem bir televizyon programında kavga etmiş iki medyumun tokat mizansenini canlandırırken gülme krizine girdik diye. Babası ölmekte olan bir biçarenin en yakın arkadaşıyla regülasyonuydu o gülme krizi, ama Mr Wallace bunu nereden bilsindi.
Carl Sandburg ve Shel Silverstein… Apayrı stiller, bambaşka janrlar. Dönem ödevini hazırladığım İngilizce hocam Mr Donaldson da sağ olsun “Bu iki şair ayrı tellerden çalıyor Sepin,” dememişti. Jeffrey idi adı, Jeffrey Donaldson. Sarışın, mavi gözlü, Amerikalı bir adamdı, gencecikti. Hepimiz ona hayrandık, bazılarımız ise sırılsıklam âşık. Ben değildim, belki de ev arkadaşı Paul’le sevgili olduğunu hissediyordum, hâlâ beraberler. Benim aşkım Ms Begley idi. Katherine Begley. Edebiyatta Kadın (Women in Literature) diye bir seçmeli ders açardı, edebiyata gönül düşürmem sayesinde olduydu.
Her şeyin çok güzel olabileceğine inanmaya inat ettiğimiz senelerdi. Bir şey bildiğimizden değil de gençliğimizden, toyluğumuzdan ya da. Saçmalayan, kuşburnu çayı içen, güzel, Boğaziçili bir başbakanımız var diye tekinsiz bir övünç duyanların memleketiydik, gazeteler ve televizyon öyle isterdi. Ms Begley ile okuduğum kitaplarda ve bu kitaplardan esinlenip yazdıklarımda, kendi yaralarım kadar diğerlerininkileri, toplumsal yaraları da görmeye başlamıştım. Kadınlığa dair ve etnik kökenle alakalı olanlar gibi. İnsan kendinin ya da bazen ötekinin yarasını görmemek için elinden ne gelirse yapar, ama edebiyat ya da daha geniş bir ifadeyle hikâye asla affetmez. Görmen gerekeni, gördüğünün ötesindekini alır, önüne koyar, “al,” der, “önüne kadar getirdim, koydum, baksana.” Ms Begley’le okuduklarım, tartıştıklarım, üzerine yazdıklarım bana “baksana!” diyordu. Kendime, içerime ve dışarıma bakabildiğim kadar bakıyordum, elimden geldiği kadar.
Ms Begley’nin lise mezuniyetimde benim için yazdığı yıllık yazısı, hiçbir edebi değeri olmayan bir metin de üniversiteden mezun olup çalışmaya başladığımda ara ara bana “şişt baksana!” derdi. Bambaşka işlerde, yollarda yürümeye devam ederken kalbimdekini hatırlatır, içimi cızlatırdı.
Sepin,
Toni Morrison’u ne kadar sevdiğimi bilirsin ya da belki bilmezsin.
İzin ver, onun Beloved (Sevilen) kitabından birkaç kelime paylaşayım: “Sallanabilen bir yalnızlık vardır. Kollar kavuşturulmuş, dizler karna çekilmiş, tutan, tutunan; bu hareket, bir teknenin sallanmasının aksine sallananı yumuşatır ve içine alır. İçeriden bir çeşit yalnızlıktır bu – deri gibi sıkıca sarılmış. Bir de amaçsız gezinen bir yalnızlık vardır. Hiçbir sallama onu yerinde tutamaz. Canlıdır, kendi başınadır. Kişinin kendi ayaklarından gelen sesi uzak yerlerden gelen bir ses zannettiren kuru ve yayılan bir şeydir.”
Yalnızlık o kadar kötü değildir; seni diğer insanlara çeker, senin gibi yalnız olanlara. Seni ıstıraba çeker, burada insanlığı bulursun. Sevgiyi arar, bu seni güçlendirir. Seni kendine çeker, bu seni kutsar.
İleride yaşlanınca, Türkiye’ye geri döneceğim; senin adını şiirlerde, gazetelerde, kitaplarda görmeyi bekleyeceğim; kızının ıslak kahverengi gözlerinde, senin gözlerinde ilk dersten beri gördüğüm sonsuz hüznü görmeyi bekleyeceğim. Kederli ve tutkuyla isteyen. Olageldiğin insan olduğun için seninle gurur duyuyorum. Sana başkasının kelimelerinden başka verecek bir şeyim yok. Ve tüm iyi dileklerim.
Katherine Begley, 1995, İstanbul
Ezberden önüme koyulanların ötesini, hatırladığımı istemek, hikâyemi bana yazılandan kendi yazdığıma değiştirme gücünü bulmam henüz “ıslak ve kahverengi gözlü” bir kızım yokken yazılmış bu yıllık yazısından olmuştur.
Kuzey İrlandalı sanatçı Oliver Jeffers ekim ayında yayımlanacak kitabı için hikâyelere dair şöyle yazmış:
Tüm insanlar hikâyelerinin toplamından müteşekkil.
İnsanın elindeki en kuvvetli araç kendine ve birbirine anlattığı hikâyeleri değiştirme kabiliyeti.
Ve şimdi, her zamankinden daha fazla, kolektif hikâyelerimizi değiştirmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Hikâyeleri değiştirmek için benim bildiğim yol “baksana!” diyeni dinlemek ve böylelikle çocukluğunda maruz kaldığın ebeveynliğin sana mühürlediği döngülerden çıkabilmek. Zor bu, kolay olduğunu iddia edemem, amma velakin ve bilakis hayatı ferahlaştıran da otomatik kalıplardan çıkabilmek. Çocukluk yaraları başka ilişkilerde, özellikle de romantik ilişkilerde durup durup kanamayı anca öyle bırakabiliyor. Yoksa farkında bile olmadan kan kaybından ölüyoruz.
Birkaç hafta önce Bahçe Galata’da Amerikalı oyun yazarı Lucas Hnath’ın kaleme aldığı Nora 2 (Yönetmen: Saim Güveloğlu; Oyuncular: Nihal Geyran Koldaş, Tülin Özen, Tansu Biçer, Zeynep Çötelioğlu) adlı oyuna gittim. Hnath, oyunu, Henrik Ibsen’in ünlü oyunu Nora Bir Bebek Evi’nin devamı olarak 2017 yılında yazmış. Ibsen’in Nora’sının finalinde kocasını ve üç çocuğunu geride bırakarak evini terk eden, tam 15 yıldır kendisinden hiçbir haber alınamayan, hatta öldü zannedilen Nora, Hnath’inkinde seneler sonra evinin kapısını çalar.
Nora 2 çok yönlü bir oyun, birçok farklı mefhuma dair güçlü söylemleri var. Bu söylemlerinden merkezinde değilse de periferisindeki mefhum son zamanlarda ilgimi cezbeden konulardan biriyle temas ediyor: anne yarası. Nora, iki yazarın metninde de çocuklarından gitmiş bir kadın. “Giden anne,” “gitmiş baba”ya göre çok daha seyrek rastladığımız bir olgu. Edebiyatta, sinema dâhil birçok hikâye anlatımında, özellikle de bizim toplumumuzda, çok rastlamadığımız bir şey. İşin bir de teknik bir boyutu var gerçi; giden babayı anlatmak daha kolay çünkü baba evi terk edebilir ve anlatıcının bunu hikâyede göstermesi kolaydır. Hâlbuki iki Nora oyununda da olduğunun aksine anne kapıyı çarpıp gitmez. Annenin gitmesi daha usul usuldur, evden gitmeden bir gitmedir, anne Nora’nın aksine evin içindeyken gider. Partnerinden gider, çocuğundan gider, hayattan gider. Dururken gider, Nora gibi kapıyı çarpmadan. Böyle gitmeleri göstermek zordur.
Evdeyken giden anne kanımca en büyük yaralardan biridir: annesizlik yarası ya da anne yarası.
Klinik psikolog, sevgili İrem Polat’a rica ettim, anne yarasını Posta Poetika için şöyle izah etti:
Keep reading with a 7-day free trial
Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.