Mahir Ünsal Eriş
Sana söz, baharlar iptal
Biraz da magazin. Manken ve oyuncu hanımefendinin, “Dağdaki çobanla benim oyum bir mi?” dediği programı hatırlıyor musunuz? Kınamış mıydınız siz de herkes gibi? “Üç kuruşluk aklıyla ettiği lafa bak şunun!” diye öfkelenmiş miydiniz? Herkes yapmıştı, siz de yapmış olabilirsiniz, aramızda yabancı yok. Çünkü o zamanlar “doğru” olan oydu. Bu hanımefendi, Tarih mezunuymuş bu arada. Meslektaşım sayılır yani. Şimdi bu “talihsiz” beyan üzerinden biraz gündelik hayatımıza bakalım. Malum, burada siyasi şeyler yazmamaya çalışıyorum ama seçim sonrası üzerime çöken ufunet beni böyle şeyler düşünmeye itti.
2006 yapımı bir film var: Idiocracy. Film, aptalların dünyayı ele geçirdiği bir distopik komedi. Şiddetle tavsiye ederim, harika bir filmdir. O kadar aptalların eline kalıyor ki dünya, tarım yapmayı akılları kesmediği için kıtlık başlıyor. “Yahu nasıl tarım yapılıyordu,” diye diye, bu işi kimsenin bilmediği, anlamadığı bir dünyada korkunç felaketler baş gösterecekken… Neyse devamını anlatmayayım, izleyecek olanların hevesini ziyan etmeyeyim. Bu hikaye, yani aptalların dünyayı ele geçirdiği bir anlatı, hakikaten de distopik. Ama nasıl oluyor da hiçbir şeyi beceremeyen bu aptallar dünyayı ele geçiriyor? Film bunu da anlatıyor tabii. Başlangıçta bir bölüm var. “21. yüzyıl insanlığın tarihi için bir dönüm noktası,” diyor. “Bu sayede doğal seleksiyonun önemini daha iyi anlayacağız. Gelecek tasarımları genellikle insanlara hep daha ileride bir uygarlık fotoğrafı resmederler ama bir de meseleye şuradan bakalım isterseniz,” deyip iki aileyle başlatıyor filmi. Bir tarafta eğitimine, yaşama, kültüre hassasiyet gösteren, tırnak içinde “elit” bir çift var. Öbür tarafta da gayet sıradan, eğitimsiz, cehaletinin farkında bile olmadığı için aşırı mutlu bir diğer çift. Bizim elitler sürekli yeni hedefler koyuyorlar önlerine. Mastır yapmak, doktora yapmak, dünyayı gezmek, dil öğrenmek; şu, bu… Fakat onların her hedefinde diğer aile ikişer üçer artıyor. Elitler “çocuk yapmak” projesini programlarına alana kadar öbür taraf yirmi kişiyi geçiyor çoluk çombalak. Ne zamanki mastırlar, doktoralar falan bitiyor, çocuk yapmaya karar veriyorlar, adamcağız ölüyor. Ve eşi, aşırı eğitimli, kültürlü ve yapayalnız olarak kalakalıyor dünyada. Diğer ailenin nüfusu ise çocuklar, torunlar, damatlar, gelinler derken bir stadyumu dolduracak hale geliyor tabii. Skor: Eğitimliler 1 – Aptallar 1000.
Fazla “elitist” bir yaklaşım olarak görmüş olabilirsiniz bunu. Eh, biraz öyle de zaten. işin mizahı orada saklı. Ama dönüp, şurada bir olmuş şu kadar kişi bir kendimize bakalım ister misiniz? Benim için okumak, öğrenmek, “eğitimli” olmak, eğitim-öğretim düzeyinde kendimden bir önceki nesle fark atmak önemliydi. İki üniversite bitirdim, birini de yarım bıraktım. Mastırdı, doktoraydı derken 1997 senesinde girdiğim üniversite yaşamından ancak 2011’de çıkabildim. Tabii üniversite oku, sınavlara, mülakatlara hazırlan, askerden kaç, bir iş bul, çalış derken ne olduğumun farkına varmam 30 yaşımı geçti. Kendimi kendime ve aileme ispatlama mücadelem ancak ondan sonra duruldu. Çoluk çocuğa karışayım dediğim anda çoktan yaşlanmıştım bile. Nitekim de oğlum, ben 38 yaşındayken dünyaya geldi. Oysa lise mezunu olan annem ilk çocuğunu (bu ben oluyorum) kucağına aldığında 22 yaşındaydı. Hal böyleyken ben onunla, o benimle birlikte büyüdük. Genç olduğu için tüm hayatıma tanıklık etti, ben de onun. Oysa ben Ethem’in hayatının tamamına eşlik edemeyeceğim. Aramızdaki 38 yaş, o yirmi yaşına vardığında beni altmış yapacak. Annem benim kırk yaşımı gördü, ben oğlumunkini göremeyeceğim. Neden? Üniversite okuyayım, mastır yapayım, çevirmenlik edeyim, bir işe kıçımı sokuşturayım, kendime itibardan bir sırça saray inşa edeyim diye. Oysa şimdi yirmi yaşında bir Ethem’le baba-oğul tatillerine çıkayım, karşılıklı gitar çalayım, bir pub’a gidip sarhoş olayım beni eve gelirken o koltuklayıp getirsin falan isterdim. Çok isterdim. Iskaladım. Ve elimde sikindirik bir arkeoloji diploması, istifa ettiğim bir memuriyet dışında hiçbir şey yok.
Seçim öncesinde, yılların da bunaltısıyla, çok büyük bir umut rüzgarı esti. Sadece iktidar değişikliğine değil hayatın eski canlı, serbest, çok renkli zamanlardaki haline döneceğine dair de bir umuttu bu. Ben de bu umuda kapılanlardan biriyim. Fakat seçim sonuçları, ülkenin yarısı için asla unutulmayacak bir hezimet anısı olarak kayıtlara geçti. Sosyal medya mecralarında en çok dile getirilen serzenişlerde hep manken-oyuncu hanımefendinin adı anılıyordu. Çünkü seçim sonuçları kabaca şöyle yorumlandı: belki ilkokul bile okumamış, aHaber kanalında gördüklerini gerçek dünya sanan bir yığın insan, büyükşehirlerin güzide semtlerinde yaşayan, hayatlarını eğitim ve kültüre adamış, sosyal, bilinçli, çevre ve yaşam hakkı duyarlığı gelişmiş, Deleuze, Lacan falan okuyan elitlerin hayat kalitesine karar verdi. Tabii bu biraz karikatürize bir tarif ama şunu inkar edemeyiz. Geleceği(miz) için oy verdiğimiz ülkede “Belediye hanımlar lokali açtı, pek iyi oldu,” diyenler, “Kendi şehrimde opera izlemek istiyorum, film festivallerine katılmak istiyorum,” diyenlerden daha çok. Ve operayı da, film festivallerini de gereksiz, kültür ve değer yargılarımıza ters ya da en azından uyumsuz buluyorlar. Güç onların elinde olduğu içinde mahallemize sinema değil hanımlar lokali açılıyor. Oysa siz hanımlar lokali açılmasına değil onun yanına bir de sinema açılmamasına karşısınız. Karışık işler.
…
Sepin Sinanlıoğlu
No tengo lugar
Bayram tatilinde ablamın eşi Sotos’un memleketi Alexandroupoli’deydik. İstanbul’a döndüğümüz gün Sidem kapıdan uğradı. Sidem’i önceki Posta Poetika yazılarımdan hatırlarsınız belki. Dile kolay, otuz beş senelik arkadaşım. Eski Baltalimanı Sarayı şimdiki Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi’ndeki asırlık manolya ağacını birlikte bulmuştuk hani. İşte Sidem’in geldiği gün, birlikte bahçede küçücük bir kedi gördük -daha küçük bir kedi gördüğümü hatırlamıyorum, o kadar ki google’da kedilerde cücelik oluyor mu diye arama yaptım- az ötesinde de sonradan annesi olduğunu anladığımız büyük bir kedi. Annesi kaçtı sonra, yavru kaldı. Sevdik, kucakladık, yedirdik, mukavva kutudan yuvasını yaptık, gece evde yatırdık. Bizim evde bir kedi ve bir de köpek olduğundan veterinerle ahbabız. Geç olmasına rağmen üşenmedi geldi, muayene etti, gayet iyi görünüyordu. Adını, Alexandroupoli’den ilhamla Alex koyduk. Ertesi sabah bir de ne görelim, annesi emzirmek maksadıyla bahçeye geri geldi, bizi bir neşe sardı ve o gün bugündür bizim bahçeyi mesken edindiler.
Sahiplen dedi kime anlattıysam, hâlbuki annesi sahiplendi, bizi ve bahçemizi. Yavrusunu büyüteceği, yaşatacağı yeri seçti ve bizler onları kovmadık. Seçmek mi hak, kovmak mı, bilmiyorum. Bu iki hakkın, önceden yerleşenle sonradan gelenin yaşama hakkı bir ikilem mi doğurur yoksa kültürün membası mıdır, bilemiyorum. Amerika kıtasında yerlilerden izin alınmadan gasp edilmiş topraklar için kullanılan “unceded land” ise mevzubahis, “sahiplik” hususunda türümüzün hayvanlardan sonra geldiği muhakkak.
Ertesi gün Sidem’le Kenan Doğulu konserine biletimiz vardı. Kenan Doğulu hayranı değiliz, hatta ikimizin bildiği Kenan Doğulu şarkı sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Henüz üniversitede okurken bir yılbaşına Kenan Doğulu’nun çıktığı bir barda girmiştik. Bir de hatırladığım kadarıyla yıllar evvel bir kere daha Açıkhava’da izlemiştik. İkisinde de gençliğimizden sebep eğlenmiştik eğlenmesine ama bu sefer şarkılara coşkuyla eşlik eden binlerce insanın içinde yalnız ve yaşlı kaldık. Yaş almış diyeyim, Sidem beni çiğ çiğ yemesin.
Sidem’le ilişkimde konser işleri bendedir. Sidem mekânları bilir ben ise şehre gelen müzisyenleri. Temmuz sonunda Ege’de birlikte tatil yapacağız, açtım baktım ne konser var, birlikte hangisine gideriz. Sütten ağzım yandığı için iyi bildiğim müzisyenlere ait konserleri Sidem’e saydım, Yasmin Levy de geçti arada, ben Mor ve Ötesi falan derken, Sidem “tabii ki Yasmin Levy,” dedi. Yasmin Levy’i bilmekle beraber bir kere bile dinlememiştim. Dinlemekten kastım, sağda solda şarkılarına rast gelmek ya da kerhen aşina olmak değil de, diskografisine hâkim olacak şekilde dinlemek, “sound”unu, şarkılarının hikâyelerini, mesele ettiklerini biraz olsun bilmek. Yasmin Levy’nin babası Sefarad Yahudilerinden Manisa’da doğmuş bir müzisyenmiş, mesela, böyle detayları da bilmek. Ezcümle Sidem konser çıkışı beni eve bırakırken Levy’i dinlememi tembihledi ve benim intibama göre karar vermemizi salık verdi.
…
Yazılarımızın tamamını okumak için Posta Poetika aboneliği gerekmektedir.
Keep reading with a 7-day free trial
Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.