PostaPoetika

PostaPoetika

Share this post

PostaPoetika
PostaPoetika
Posta Poetika I Eylül 2022

Posta Poetika I Eylül 2022

OLMAK ÜZERİNE

Sepin & Mahir & Töre's avatar
Sepin & Mahir & Töre
Sep 28, 2022
∙ Paid
21

Share this post

PostaPoetika
PostaPoetika
Posta Poetika I Eylül 2022
13
Share

Sepin Sinanlıoğlu, Eylül 2022

Ruz-i Peşmani

“Yirmi dört sene öncesine dönmek istiyorum Sepin.”

Üç sene önce demişti bunu, üç sene öncenin yirmi dört sene öncesi Boğaziçi’ne girdiğimiz zamana denk geliyordu. Matematiğim kuvvetlidir.

Üniversiteden en yakın arkadaşlarımdan biri, karanlık günlerde bana kol kanat gerenlerden, açmaya mecalim olmayan ısrarlı aramalarından sonra mahcup, “Nasılsın?” diye mesaj yazdığımda, beni böyle cevaplamıştı: “Yirmi dört sene öncesine dönmek istiyorum Sepin.”

Cız.

Bu cızı bilir misiniz? Arkadaşımın sözcüklerinden, yirmi dört sene öncesine özlem sandığımızı. Hâlbuki sözcüklerin arkasındakine kulak verirseniz duyarsınız, bir özlemin değil bir boşluğun sesidir o cız. Bugünden geleceğe yapılan projeksiyon ile bugünden geçmiş restrospektifi arasında bir boşluk vardır, onun. Dağda doğduğu yerden dans ede ede denize, vuslata eren işveli bir dere yatağıdır gibidir o boşluk. İşte bu cız sesi kalp ve göbek deliği -bedenin merkezi tan tien- arasındaki o dere yatağında yankılanır. Kişisel gelişimcilerin “Bunu nerende hissediyorsun?”ları karşısında sözcüklerin bomboş kaldığında duyuverirsin. Sessizdir. Geçmiş ile geleceğin “aniden” geçmiş olduğu bugün arasında olan bitenin anlamsızlığının doldurduğu bir boşluğun sesidir bu cız. Sıçtık.

“Biz/ben burada n’apıyoruz/m?”

Çoğunuz biliyor, Yetişkin Eğitimi adında bir programım, Sepin Kafası adında bir podcastim var. Yetişkin Eğitimi’nde, podcastte ya da sağda solda son derece bilimsel ve teknik, fizyolojik konuları konuşurken mesela, konu hep dönüp dolaşıp bu “alakasız” soruma geliyor:

“Biz/ben burada n’apıyoruz/m?”

“Biz burada n’apıyoruz?” ya da başka bir tabirle, “Şu anda yaşadığın hayatın az çok böyle devam ettiği varsayımıyla, ki bu görkemli bir varsayım, kendini ölüm döşeğinde hayal et. Her ölüm döşekte olmuyor, bunu tabii ki biliyorum ama nazik olmak lazım, ölümden bahsederken hele; o yüzden adabımuaşeret namına var olsun o döşek. Ve sor kendine -varsayıma devam- ölüm döşeğinde konuşabiliyorsun heyhat, ‘Buydu istediğim, evet, hayattan istediğim buydu,’ diyebiliyor musun?”

Yoksa, hadi varsayalım elli yaşındasın ölürken, bu sefer arkadaşımın yirmi dördü, onun bu dünyadaki yıl dönümlerini sayınca artık otuz ediyor; döşekteki cevap “Otuz sene öncesine dönmek istiyorum Sepin,” mi oluyor, matematiğe göre? Güzel sıçtık hem de.

Mevzubahis arkadaşım en son Tutunamayanlar’ı okuyordu, çok sevmiş, uzun uzun anlattıydı. Haftanın en az beş günü, gün ağarmadan kalkıyor, gün ağarana kadar koşuyor. Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçti, çok iyi bir insan, bunları yazmama icazet verdi. Güzel çocukları, güzel bir ilişkisi var. Türkiye’nin en büyük şirketlerinden, BIST 30’da gururla arzıendam edenlerden birinde üst, “çok üst” düzey yönetici. Yirmi dört sene öncesine dönmek istiyor(du). Üç sene geçti, hâlâ istiyor. Ölürken de isteyecek yazayım mı dedim, yaz dedi. Robert Frost’un Gidilmeyen Yol şiirinde bahsettiği gibi, ormanda yol “cız”dan ayrılıyordur belki; bu olasılık için yazdım gitti.

Yine bundan yaklaşık üç sene önceydi. Yazar, aktivist ve çiftçi Stephen Jenkinson’ın Kanada, Ontario, Golden Lake’teki çiftliğindeydim. Ela, Ali ve onlara göz kulak olmak için annem de benimleydi. Stephen’ın çiftliğine giden ilk çocuklar Ela ve Ali, ilk anneanne annem, “Apprenticeship” programında ana dili İngilizce olmayan tek katılımcı bendim. Her sabah ve her akşam Stephen ömrümde duyduğum en ağdalı konuşma diliyle öğretti. Konuşma aralarında çiftlikte çalıştık. Monark kelebeklerini ilk defa çiftlikte gördüm. Monark kelebeklerinin her sene Meksika’dan Kanada’ya birkaç nesil boyunca göç ettiğini çiftlikte öğrendim. Zaman, nesil ve ölüm arasındaki bağdan büyülenerek Monarkların hikâyesini evimden binlerce kilometre uzakta, Tremor tepesiyle Golden Lake arasında yazdım. Noa, Monark Kelebekleri ve Her Şey gibi son derece absürt isimli çocuk kitabıma ön sözü, o günlerden yaklaşık bir sene sonra yazacak olan Stephen, henüz o bir sene olmamışken, çiftlikte, kendi evinde pişmanlıktan bahsetti. Hayatının ıraklarında taşlardan bir tepe vardır dedi, her taşın bir pişmanlığı simgelediği, pişmanlık yığını bir tepe. Yamacına gitmeye gitmeye onun olduğundan çok daha yüksek olduğunu düşünürsün ya da var olduğunu unutursun, ziyaretleri aksatma. Bu tepe sunağındır, dedi, sunağını ziyaretinde yapman gereken, hatırlamaktır. Hatırlamak her taşı eline alarak, her taşın sıkletini hissederek olur. Sunağındaki taşlarını bir elinden diğerine geçirerek. Üzerini, altını, berisini, girintisini, çıkıntısını, örüntüsünü hissederek. Ölüme yaklaştığında, artık bir gelecek olmadığına kani olduğundan, sunağına gitmen, gidip de hatırlaya hatırlaya tepeye doğru yol alman daha kolaydır. Ölüm ensendeyken, dedi, artık günlerinin sonuna gelmişken, itaat etmen gereken bir gelecek olmadığından ziyaret ferahlaşır. Hayatının sonunda o tepeye yeni bir taş ekleme, sana öğüdüm budur, dedi.

Evimden binlerce kilometre uzakta, Stephen’ın dediklerini uzun uzun düşündüm. Çiftlikte kaldığım sürede, portatif, susuz tuvaletleri sirkeyle temizlerken, Stephen’ın eşi Nathalie’ye mutfakta yardım ederken, çimento harcı karıp inşaat temeli atarken, bu satırları yazdığım oda hacmince tezek havalandırırken. Nasır tutmuş ellerime baka baka düşündüm. Golden Lake’e gidişimden birkaç ay önce, 2019 baharında, o Dublin’de ben İstanbul’da, Zoom üzerinden yaptığımız söyleşide konuştuklarımızı hatırladım. O zaman ölümden mütemadi refakatçimiz diye bahsetmiş, ölüme dair “ani” kelimesini kullandığımda beni düzeltmişti:

“Yalnızca ‘ani’ kelimesini kullanıyoruz ve ona ‘ani’ der demez o şey hakkındaki bütün duygularımız ve düşüncelerimiz meşrulaşıyor. Olmaması gerektiği hissi, olanlar yüzünden bir tür ahlaki düzenin ihlal edildiği hissi vs. ‘Ani’nin gerçek anlamda derin manasını düşünürsen, ani, tırnak içinde, bilemezdin anlamına geliyor. ‘Ani’nin hassasiyeti buradan geliyor. Çünkü bilebilseydin ve bir anlamda, genel olarak bilseydin, ani olmazdı. Gerçekte herhangi bir biçimde ani değil. Yani meselenin aslı şu, kimsenin ölümü gelecekte değil, kimsenin ölümü beklemiyor, kimsenin ölümü sonradan mevcut olacak bir şey değil. Ölümümüz bize verilmiş bir şey ve şu anda da bizimle. Hasta olduğumuzda ya da yaşlandığımızda veya dağcılık gibi tehlikeli koşullarda olduğumuzda bize verilmiyor. Ölüm o zaman etrafımızda olan bir şey değil. Ölümümüz şu anda senin ve benim yaptığımız bu konuşma sırasında etrafımızda. Mutlak surette önceden belli olduğu için bir gizem değil. Eğer doğru şeyi yaparsak olmayacak, yeteri kadar vitamin alırsak ya da doğru soruyu sorarsak olmayacak diye bir şey yok. Bunların hiçbiri doğru değil. Yani bu terimi makul bir anlayışla ele alırsak, ‘ani’ hakkındaki deneyimimiz bu şekilde yaşamaya razı olmamamızdan kaynaklanıyor. Ölüm refakatçimizmiş gibi yaşamak yani, gelecek zamandaki hasmımızmış gibi değil. … O hâlde bütün bunları sorunu yanıtlamak adına bir araya getirirsem, bilge ölmenin hepimizi ani ölümü bizim icat ettiğimizi fark etmekle yükümlü kıldığını söyleyebilirim. Aslında ne şekilde olduğunu tanımlayan bir şey değil. Yapının bir parçası olduğunu bildiğin bir şey ani değildir. Bu şunu demek gibi, ani bir ev, şu an içinde oturduğun gibi, şu anda konuşurken kulağına taktığın ani kulaklıklar, ani bir röportaj, şu an yaptığımız gibi.”

İşte tam da bu yüzden, “ani ölüm”ün olmadığı, bilakis ölümün her anımızın refakatçisi olduğu mutabakatı, pişmanlık sunağına dair bir mükellefiyettir. Hâl böyleyken, ölüm her anımızın refakatçisiyken yani ve henüz bedenimiz toprağın üzerinde, kanımız damarlarımızda dolaşımda, kalbimiz atar vaziyetteyken, pişmanlık sunağının sıklıkla ziyareti bir mecburiyettir. Bu ziyareti yapmamak, ölüm döşeğinde, elinde tutabileceğin taşlardansa, değil eline, kalbine bile sığmayan bir kayanın böğrüne oturması, “Evet, buydu istediğim” cümlesinin kurulamamasıdır. O ölüm döşeğinde, ta kendisinde. Bu ziyareti yapmamak, “Yirmi dört sene öncesine dönmek istiyorum, Sepin”dir. İntihardır.

İntiharın alternatifi olan pişmanlık sunağının tutarlı ve sistematik ziyareti, Hades’in ve göçmüş yüzlerce ruhun kimi tamamen kimi kısmen çürümüş, kimi ise yeni defnedildiğinden hâlâ kefeniyle sapasağlam bedenlerin evine, mezarlığa, ayakların o hiç gitmediği ziyareti andırır; kalpte hafif, düşüncede ağırdır. Kabristan denileni, nevine göre kâh askeri nizamda ritmik bir düzende kâh Orta Doğu’nun kaosu misali darmadağın ama yine de yan yana gömülmüş, muhafaza etsin diye toprağa teslim ve hatta iade edilmiş bedenlerden ibaret sanmak hatadır. Kabristan asıl, mülkiyet nihayet son buldu diye sevinmene fırsat vermeden ölülere ait olmak üzere satılmış bir parsel toprak ve toprağın üzerindeki kimlik belirleyici taşlardır. Bedenin bir süre sonra tamamen toprağa karıştığından, en azından bir sonraki istimlaka, deprem ya da savaşa kadar senden dünyaya kalan tek şey, adının soyadının yazdığı bir mezar taşıdır. Seni hatırlatan bir mezar taşı, ya da sözcükleri karıştırdığından, oğlum Ali’nin tabiriyle merkez taşı. Bu mezar taşında ne yazarsa yazsın sadık yârin toprağa geri döndükten sonra nasıl hatırlanacağının henüz yaşarken pişmanlık sunağındaki taşlarını hatırlayıp hatırlamadığınla direkt bir ilişkisi vardır. Bu ilişki basit bir matematik denklemidir: x = (b)y; [x, y elemanıdır R; R = reel sayılar; b = değişken.]

Pişmanlık sunağını ziyaret etmek de, mezarlık ziyareti gibi, fikren ağır, hissen tüy gibi hafiftir. Sunağını ziyaret edince kalbindeki basıncın artacağını, bu basınçla nefesinin tükeneceğini sanırsın. Sanmamak lazım. Sanmak yaşamanın ikamesi de sigortası da olamıyor keza. Yazar ve terapist Francis Weller’ın Batı medeniyetlerinin iki temel günahından biri olarak gördüğü amneziye (diğeri anestezi), Lethe ırmağına bir meydan okuma olarak hatırlamak, hemrah olur, elinden tutar bu ziyaretlerde. Her şey geçmiş ve bugündür; gelecek, gramerinden de anlaşıldığı üzere, her anı, her şimdi dediğimizi de içine alan geçmişin mizahıdır, geldiğinde geçmiş olmuştur. Gelecek yoktur. Olmayan bir şeyin tahakkümünde, umudunda, düzmecesinde yaşayan bizler bilmeyiz bunu; hatırlamak bize işte bunu hatırlatır, hemrahlığı bundandır. Bir ritüel olarak sunağına gitmek ve hatırlamak, seni geçmişine, kendine yaklaştırır. Yirmi dört senenin “cız”ı yok olur.

Hatırlamak, sunağındaki bütün taşlara teker teker bakmak, pişmanlıklarının nesne ve öznelerini anlamaktır. Çırılçıplak ve terin birbirine karışarak birlikte uyuduğun sevgilinin beyaz teninin kokusu, karlı bir İstanbul gecesinin eksi yedi derece soğuğu gibi güzeldir de. Keza hatırlamak, “entourage”ıyla gelir; “Evet, buydu istediğim”in gidilmeyen yollarıyla. “Gidilmeyen Yol”un otlar ve çalılar arasında kıvrıldığı yeri senin için görünür kılar. Sana “yapamam” sandığını yaptırır.

Keep reading with a 7-day free trial

Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.

Already a paid subscriber? Sign in
© 2025 PostaPoetika
Privacy ∙ Terms ∙ Collection notice
Start writingGet the app
Substack is the home for great culture

Share