PostaPoetika

PostaPoetika

Share this post

PostaPoetika
PostaPoetika
Posta Poetika I Ağustos 2022

Posta Poetika I Ağustos 2022

DUYGULAR VE DEĞİŞİM

Sepin & Mahir & Töre's avatar
Sepin & Mahir & Töre
Aug 23, 2022
∙ Paid
14

Share this post

PostaPoetika
PostaPoetika
Posta Poetika I Ağustos 2022
13
1
Share

Sepin Sinanlıoğlu, Ağustos 2022

Duyguların Degüstasyonu

Şarap tadımı teknik olarak üç duyu organının (göz–burun–kulak) ayrıştırdığı detayların bütünleşmesi sonucu yapılan kalite değerlendirme diye tanımlansa da aslında ayrıştırma üzerinden şarabın keyfine varmaktır.

Rengi nasıl; berrak mı, bulanık mı, parlak ve koyu bordo mu, kiremit tonlarında mı yoksa yakut mu, içerisinde partikül var mı? Gövdesi nasıl, hafif mi, tam gövdeli mi? Damakta sek mi? Tatlı mı? Asiditesi yüksek mi düşük mü? Ya alkolü? Meşeden kaynaklı aromaları var mı? Vanilya mesela, ya da herhangi bir baharat?

Şimdi böyle çok biliyormuş gibi yazmama aldanmayın, kursuna gitmişliğim vardır ama şaraptan pek anlamam, beyaz ve Riesling dışında bir tercihim yoktur. Riesling çünkü çarpmaz, başka bir sebebi yok. Duygularımızı da çoğu zaman benim şaraba layık gördüğüm muameleye tabi tutarız. Tek gündemimiz onları sevip sevmediğimizdir, “Yok kırmızı değil, beyaz, varsa da Riesling içerim”dir; ne olduklarıyla ilgilenmeyiz, bize ne dediklerini kulak arkası ederiz. Onları ayrıştırmak ise aklımıza bile gelmez.

Ayrıştırma keyfin gözünün nurudur. Ayrıştırmadığımızla ilişkimiz sığdır, benim “Beni çarpıyor, ondan Riesling alayım,” tercihim gibi plastiktir, iç güveysinden hâllicedir. Lakin duyguları ayrıştırmadan onlardan keyif alamaz, benim Riesling’le benimsediğim “aman sarhoş etmesin” yaklaşımından öteye geçemeyiz. Böylesi tedbirden, korkudan, otomatik pilottan davranmaktır. Kendimizi hayattan koruyamayız hâlbuki, biliriz. Merak etmeden, tedbir ala ala yaşamak, onca toprak ve üzüm varken bir Riesling’le hayat geçirmektir. Duyguların degüstasyonu mümkündür, DNA’mız bunu bilir.

Hayatın keyfi duygularda, duyguların keyfi işte bu ayrıştırmada, ayrıştırma üzerinden tecrübe ettiklerimizdedir.

Bilmesek de biliriz.

Ayrıştırmaya dair bir önceliklendirme yapmak çok mümkün olmasa da ilk katman özdeşleşmek yerine tanık olmak, gözlemlemektir. Çoğu zaman duygularımızla ilişkimiz içerisinde boğuluruz. Bastırmak, inkâr etmek, kapılıp gitmek bu içinde boğulduğumuz ilişki içerisindeki otomatik tepkilerimizdir. Bu otomatik tepkiler, duygularımıza dair iki mutlak peşin hükme dayanır: “ben bunu hissetmek istemiyorum,” ve “hep böyle hissetmek istiyorum.” Duygularla ilişkimiz skalanın başka bir kervansarayında konaklamaz, ara durakları atlayarak sadece bu iki uçta soluklanır. Şarap ya kırmızıdır ya da beyaz. Duygu ya makbuldür ya da değil. Bu yetmezmiş gibi duygular üzerinde toplumunun da kati, sorgusuz sualsiz benimsenmiş yargıları vardır.

Her şey çok daha kötü olabilirdi.

Sakin ol.

Şükret biraz.

Korkma!

Bunlar hep duyduğumuz, aşina olduğumuz ve yadsımadığımız duygu reddi cümleleridir. Bu ret, söz konusu duygular yerine mutluluğu istemek değil, bu duyguları istememektir, “yaşamak istemiyorum”un ölümü istemek olduğunu sanmak gibidir, işlem hatası barındırır. Yine de sorgulamadan koynumuza alır, varoluşumuzun en doğal parçaları duygularımıza düşman muamelesi yapar, bir ömrü böyle yaşar, göçer gideriz. Mutluluk dışındaki duygular başımızın belasıdır, öyle belleriz. Hatta haddimizi aşar, sanki sağlıksızı da varmış gibi sağlıklı öfke diye bir tabir türetir, sistemin suyuna iyice kapılıp öfke yönetimi, yasla baş etme teknikleri icat eder, paketler, piyasaya süreriz. Bir yandan kapitalizmin bize mutlu olmamız için dikte ettiklerini sosyal devlet yokluğundan alamadığımız nefesimiz sanır, para verir alırız. Daha bitmedi, duyguları cinsiyete göre sınıflandırırız, şarkıda dediği gibi adamlarımız hiç ağlamaz çünkü erkekler ağlamaz, üzülmek kadınlarındır; kadınlar evlerin dışında hiç öfkelenmez çünkü kadınlar naziktir ve öfkelenmek adamlarındır.

Son aylarda katıldığım duyguların somatik analizini temel alan eğitimde bir terapist, danışanının adını dahi telaffuz edemediği duygularını ancak film sahneleri üzerinden tarif edebildiğini belirtmişti. Yaşadığımız duygunun yoğunluğu bizim sinir sistemimizin ya da fizyolojimizin kapsayabileceğinden fazlaysa duygumuzla aramıza mesafe koymak işe yarar; sanatın varoluşuyla bu işlevinin bağını Nisan ayındaki yazımda belirtmiştim.

Posta Poetika
Posta Poetika I Nisan 2022
Sepin Sinanlıoğlu, Nisan 2022 Bu yazıda paylaşılan bilgi ve teknikler herhangi bir tedavi ya da terapi amacı taşımamaktadır. Louboutin, Takatsuki ve Mor Salkım Christian Louboutin markasını bilir misiniz? Tabanı parlak kırmızı, 11,5 punto topuklu stilettolar alametifarikasıdır hani. Benim vardı onlardan. Erkek tahakkümü altındaki bir işte, merhametsiz ve z…
Read more
3 years ago · 24 likes · 3 comments · Sepin S. & Mahir Ü. Eriş

Fakat duygularla girdiğimiz bu sabit fikirli ilişki insan olma maceramızda ayağımıza çelme takar, bizi düşürür, tekâmül seyrinde ayağımıza taş değdirir. Olumlu ve olumsuz klasmanları altında duygu analistliğini bırakıp duyguların bize bir şeyin ne olduğunu değil, bir şeyi nasıl tecrübe ettiğimizi söyledikleri gerçeğine yüzümüzü dönmek, daha zekice olandır.

Ayrıştırmanın bir diğer katmanı somatik seviyededir, kişisel gelişim bunu “Duygunu nerende hissediyorsun?” cümlesiyle çoktan harcamış atmıştır. Beyinlerinde henüz onları etiketleyecek ya da analiz edecek seviyede gelişim olmamasına rağmen 0-2 yaş arasındaki bebeklerde de gözlemlenen, varoluşun doğal bir parçası olan duygular somatik, yani bedensel tepki kalıplarıdır, duyguların bedende karşılığı vardır. Onları hissederiz. Hissettiğimiz her şey kendisini bedende dışarı vurur. İngilizcedeki emotion sözcüğünün 16. yüzyıla dayanan Latince kökeni “emovere” dışarı ya da içinden hareket etmek demektir. Dört beş sene önceki mindfulness eğitimlerimden birinin duyguları konu alan dersinde 9 yaşındaki bir öğrencim, “Öyle bir duygu hissettim ki bedenim sanki hiç hareket edemeyecekti. Okulda oyun oynamak varken ders yapmak gibi. O yüzden hareket ettim,” demişti. Bilişsel bir terime ihtiyaç duymadan duygunun kendi bedenindeki karşılığını tarif etmişti. Bir yetişkin eğitimimde ise bir katılımcı, “Öfkemi karnımda bir sıcak suyun yukarı boğazıma çıkışı gibi hissediyorum,” demişti. Duygularımızı ayrıştırmamızda ehil olmamıza yardımcı olan “Nerende hissediyorsun”dan ziyade bedendeki hareketlerinin tanık olarak takibidir.

Ayrıştırmanın bir farklı katmanı ise ilişkiseldir. Hissettiğin her neyse, farklı ilişkilerdeki varoluşunun nüansını görebilmek, ayrıştırmayı ilişki boyutuna taşır. Devletin dayattığına isyanınla kardeşine duyduğun öfke arasında dağlar kadar fark vardır mesela. Her var olan, buna duygular da dâhil, bir vakum içinde değil, bilâkis ilişki içinde vardır ve tam da bu sebepten dolayı isimlendirerek yaptığımız soyutlama onun gerçeğini tanımlamak için yetersiz kalır. Öfke ile üzüntü, kırmızı ve beyaz şarap sınıflandırması gibidir; hayatımız boyunca yaşadığımız duygulanım spektrumunun kısıtlı bir ifadesidir, gerçeği tabir etmeye yetmez deyişim ondan.

Türkiye’de günbegün nahoş dayatmalara maruz kalıyoruz. Kadın olanlarımız bu dayatmalardan nasibini bir nebze daha da alıyoruz, malum. Yeri gelir yere göğe sığdıramadığımız öfkemizle, adamların, dinin, kendini gelenek sanan hurafelerin karşısına dikiliriz. Öfkemizin bize haykırdığı “Bu böyle olmayacak!” cümlesini layıkıyla yerine getiririz. Arkamıza dönüp bakmayız bile. Nettir öfkemiz, bize ne söylediği kristal berraklığındadır. Birçok yazımda ve Poetika’da da belirttiğim gibi bir de ekseriyetle çocukluğumuza konuşan yakın ilişkilerimizdeki öfke vardır. Bizi sırtlayıp daha derinimize, mahremimize taşıyan bu öfkeyle daha geniş çemberimizdeki ilişkilerimizde karşılaştığımız öfkeyi bir tutarsak ayrıştırmayı eksik yaparız. Diğerindeki berraklık çoğu zaman en yakın ilişkilerimizdeki öfke için geçerli değildir. Onun ne dediğini duymak için iyice eğilmek, kalbimizin kırıklarına, çocukluğumuza, ergenliğimize, sevgililiğimize merakla bakmak gerekir. Bu ayrıştırma bize çok şey anlatır. Bizi kendimiz sandığımızdan uzaklaştırırken kendimize yaklaştırır; keyfi bundandır.

Ezcümle duygularımızı ayrıştırma, kendimizi hatırlamanın ta kendisidir, bu hatırlama değişiklik, değişim ihtiva eder. Değişim sözcüğüne mesafeliyim aslında, değişim denince aklıma dışarıdan dayatılan gelir, onun yerine içeriden hatırlamak ya da hafıza mefhumlarını daha ferah bulurum. Farklı katmanlardaki ayrıştırma, bizi varoluşumuzun en önemli ögelerinden duygularımızla samimiyete götürür, kendimizle içtenliğe. O yüzden keyiflidir. Duyguların keyfi ayrıştırmadadır. Keza ayrıştırma objektif bilgiye erişim sağlar: Duyguların en önemli işlevlerinden biri bize iç ve dış dünyamızdan bilgi vermeleri, bize kendimizle alakalı önemli şeyler söylemeleridir, gelip geçiciliklerine yapılan vurguyla bunu gözden kaçırırız. Ayrıştırma bu bilgiyi bizim için deşifre eder, duygu bütününün taşıyamadığımız yoğunluğu yerine parçaları gösterir bize. Daha kolaydır bu, daha az yoğundur, otomatik değil kendiliğindendir. Değişim dışarının dayatmasından değil içerinin hafızasından vuku bulur. Öfke diye kestirip atmak, öfkeyi ayrıştırmamak, rakı değil de şarap demek, şarabı fondip yapmak, öfkenin bize anlattığını es geçmektir. Dünyayı tecrübe ettiğin veya kendini ifade ettiğin duygu skalası sığsa hayat can sıkıcı bir sterilliğe bürünür, varoluşun tadı tuzu kalmaz. Duygusal alanın zenginliği erişim dâhilinde olmazsa keyifli hayat mümkün olmaz. Çünkü piyasanın “negatif” diye kategorize ettiği duygular atölyelerde yönetilmekle, yastık yumruklamakla veya başka yollarla ölmeyecek. Duygular yaşamaya ve bize bizi anlatmaya devam edecek.

Ayrıştırmada son bir katman daha var. Fizyolojinin, somatiğin, psikolojinin ötesinde, esas kendiliğimize/ruhumuza/gerçeğe -canınız hangi sözcükle karşılamak istiyorsa bu mefhumu- dair bir katman. Bu katmandaki işimiz duyguların bize kendimizle alakalı anlattıklarını, kendimiz sandığımızı bir tabuta koyarak ruhun dilinden dinleyebilmek, ruhun gözünden görebilmektir. Bir örnekle anlatayım; muhalif olanlarımızın göz bebeği, değişimin mazotu öfke, “Böyle değil, bu değişmeli!” diye bağırır ya, bu aslında bir yandan “Ben haklıyım!” diye bağırmaktır. Ben haklıyım demek sen haksızsın demektir, tarafgirlik ve ikilik içerir. Ruh bu dili bilmez, onun tek bildiği dil aşkınki, seksten aşina olduğumuz “bir olma”nınkidir. Ruh için müttefiklik yoktur, ruh haklı olmakla zerre kadar ilgilenmez. Ayrıştırmanın bu katmanı, kimliklerle sıkı sıkıya paketlediğimiz kendiliğimiz “Ben haklıyım!” diye ayaklarını yere vurmakla meşgulken ruhta ne oluyor diye merak edebilmek, aslında bir haklının ya da haksızın olmadığını hatırlamaktır. Bu zor ama mümkündür, tecrübeyle sabit. Bazense kendiliğimize dair son derece kişisel şeyler söyleyen üzüntümüzün dünyadaki yasa ortak ola ola yorulmuş, bitap düşmüş ruhumuza söylediklerini de duymaktır bu katmandaki işimiz. Duyguların anca ruh seviyesinde duyabileceğimiz polifonik orkestrasına kulak kesilmektir. Ram Dass’ın dediği gibi, “özgür olmayı haklı olmaya yeğlemek;”

Keep reading with a 7-day free trial

Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.

Already a paid subscriber? Sign in
© 2025 PostaPoetika
Privacy ∙ Terms ∙ Collection notice
Start writingGet the app
Substack is the home for great culture

Share