Sepin Sinanlıoğlu
Görünen (ve PostaPoetika’dan iyi seneler!)
“Tepeden Görme Etkisi” astronotların dünyayı uzaydan görmeleri sonucunda yaşadığı her şeyle artan bağlantı hissine işaret eder. Dünyayı uzaydan bizzat deneyimlemenin bazı belirgin ortak yönleri saptanmıştır; güzelliğin takdir edilmesi ve algılanması sonucunda hissedilen yoğun duygular ve diğer insanlarla ve dünya ile artan bir bağlantı hissi gibi.
1980'lerde birçok astronotla görüştükten sonra “tepeden görme etkisi” terimini türeten, The Overview Effect: Space Exploration and Human Evolution (Tepeden Görme Etkisi: Uzayın Keşfi ve İnsanın Evrimi) adlı kitabın yazarı Frank White, aynı kitapta “Tepeden Görme Etkisi’ni üç sözcükle özetlemiştir:
Gerçek
Genel Bakış Etkisi bizi yüzeydeyken duyularımızın bize gerçeği söylemediği gerçeğiyle yüzleştirir. Kendimizi, göklerin başımızın üzerinde döndüğü sabit bir platformda yaşıyormuş gibi hissederiz. Aslında evrende yüksek bir hızla hareket eden bir uzay gemisinde yaşıyoruz. Biz “uzaya gitmiyoruz”. Zaten uzaydayız, her zaman uzaydaydık ve her zaman uzayda olacağız.
Aşk
Astronotlar bana, sıklıkla Dünya'yı uzaktan ilk gördüklerinde ağladıklarını ya da uçuştan sonra bir anı tetiklendiğinde ağladıklarını söylüyor. Mekik ve ISS Astronotu Jean-Francois Clervoy, Dünya'yı kozmosun derin karanlığına karşı görmekle ilgili şunları söylerken bunu çok iyi ifade etti: “Onu seviyorsun; eşini ya da çocuklarını sevdiğin gibi onu da sevme duygun var; gezegenini seviyorsun.”
Kimlik
Pek çok astronot, Dünya'yı uzaktan gördüklerinde önce memleketlerini, sonra eyaletlerini, daha sonra da kendi ülkelerini aradıklarını belirtiyor. En nihayetinde, bir insan olarak, bir Dünyalı olarak gerçek kimliklerinin, Apollo Astronotu "Rusty" Schweickart'ın ifadesiyle "tüm bu şeylerle birlikte" varolduğunu fark ediyorlar.
Türkçedeki tam karşılığı “(bir şeye) kör gözünü çevirmek/döndürmek” olan İngilizce “to turn a blind eye (to something)” tabirinin hikâyesi, 1801 senesinde Büyük Britanya ile Danimarka - Norveç donanmaları arasında meydana Kopenhag Muharebesi'nde Amiral Nelson'ın, teleskobunu kör gözüne dayamasına gider. Amiral Nelson böyle yaparak komutanı Sir Hyde Parker'ın gemisinden gelen çekilme emrini görmediğini iddia etmiş ve savaşı kazanmıştır. Hayatta içimizi ve dışımızı Amiral Nelson misali görmezden gelmelerimiz çoktur, teleskobu ya da mikroskobu kör gözümüze dayadığımız. Lakin onun kadar şanslı mıyız emin değilim, çünkü görmemek gerçekle bağımızı zayıflatır.
En son İrlandalı yazar Paul Lynch’in (46) 2023 Booker Ödülü’nü alan distopik romanı Prophet Song’u* (Peygamber Şarkısı) okudum. Booker Ödülü, her yıl, orijinal olarak İngilizce yazılmış ve Birleşik Krallık ve/veya İrlanda'da yayımlanmış bir romana veriliyor. Dublin’de geçen “Prophet Song,” İrlanda Cumhuriyeti hızla totaliterliğe kayarken ailesini kurtarmaya çalışan dört çocuk annesi biyolog Eilish Stack'in mücadelesini anlatıyor. İki polis memurunun, öğretmenler sendikasının liderlerinden kocası Larry'yi aramak için bir gece ansızın kapıya dayanmasıyla başlayan olay örgüsü, Eilish’i, sırayla kocasının, komşularının, iş arkadaşlarının, büyük oğlunun ve son olarak ortanca oğlunun yani teker teker bütün sevdiklerinin kaybolduğu yeni bir gerçekliğe götürüyor.
Lynch, Prophet Song’da gör(e)mediğimizi, bakamadığımızı, Batı’da, İrlanda’da geçen distopik bir hikâye üzerinden, dahi bir kurgu içinde, alışılmışın dışında anlatımıyla -geniş zamanda yazılmış romanda paragraf araları yok - ince ince işliyor. Romanın bugüne ışık tuttuğunu anlamak zor değil. Keza Lynch, booker.com’a verdiği röportajda romanın yazım süreciyle alakalı olarak, “Modern kaosun içini görmeye çalışıyordum. Batı demokrasilerindeki kargaşa, Suriye sorunu - bir ulusun çöküşü, mülteci krizinin boyutu ve Batı'nın kayıtsızlığı,” demiş.
Prophet Song kurgusundaki farklı katmanları, güncel konusu ve dili kullanımıyla alakalı olarak eminim birçok incelemeye konu olacaktır. Benim dikkat çekmek istediğim nokta romanın gerçeği okura edebiyat üzerinden gösterirken protagonist Eilish’in de gerçeğe “görmek”, hem de sert bir şekilde görmek üzerinden ikna olması. Eilish’in önce kocası polis tarafından alıkonarak yok oluyor, akabinde büyük oğlu direnişçilere katılarak yok oluyor, ardından da ortanca oğlu Bailey hastanede sözüm ona tedavi altındayken kayboluyor. Eilish, ailesi elinden kayıp giderken onların geri gelme ihtimaline sımsıkı tutunuyor, olanı görmeyi reddediyor, imkânı olmasına rağmen çocuklarıyla beraber başka bir ülkeye gitme opsiyonunu elinin tersiyle itiyor. Olan biteni idrak etmesi, ailesinden kaybolanların geri gelmemesinin kuvvetle muhtemel olduğunu kavraması için çok sert bir karşılaşma gerekiyor: Oğlu Bailey’i morgda teşhis etmek.
Çok benzer bir deneyimi, morgda değil ama Rize’de bir camide, sarı bir ceset torbasını açarak yaşamıştım ben. Görmenin insanın gerçekle ilişkisine ne ettiğini iyi bilmem ondan.
Ama içimizdeki ve dışımızdaki acıyla yüzleşmek çoğu zaman mesafe almayı gerektirir. Edebiyatın kurgu sayesinde mevzubahis mesafeyi oluşturarak insanın acıyla yüzleşmesine aracı olduğu muhakkak. Keza acı gözlerine bakanı taşa çeviren Medusa’dır. Acının gözlerinin içine bakmak zordur, insanı dondurur. Görülebilmesi için Perseus’unki gibi bir araç, bir ayna, bir kalkan lazımdır. Edebiyat Perseus’un aynasıdır.
Mitoloji 101’de** Kathleen Sears, Medusa ve Perseus’u şöyle anlatır:
Medusa Yunan mitolojisinin en ünlü yaratıklarından biridir. O bir Gorgon’du; saç yerine yılanlara (Erinyeler gibi), pençelere, uzun ve sivri dişlere sahip üç canavar kız kardeşten biriydi. Bazıları onların kanatları bulunduğunu ve tüm bedenlerinin pullarla kaplı olduğunu iddia ediyordu. Bir Gorgon’a bakarsanız taş kesilebilirdiniz. Medusa Gorgon’ların en ünlüsüydü.
Bu korkunç görüntüsüne karşın bazı söylenceler Medusa’nın her zaman ürkünç ve çirkin bir yaratık olmadığını söylüyor. Üç söylenceye göre o bir zamanlar güzel bir kadındı ve Poseidon onun güzelliğine kapılmıştı.
Bir gün Medusa Athena’nın tapınaklarından birini ziyaret ederken Poseidon ona yaklaşıp kendisini arzuladığını söyledi. Tapınağın içinde seviştiler. Bakire Tanrıça Athena’nın tapınağında işlenen affedilmez bir günahtı bu. Onun bu saygısızlığına son derece öfkelenen Athena Medusa’yı bugün bilinen hâline dönüştürdü. Athena bununla da yetinmedi. Daha sonra öfkesi ve intikam alma arzusuyla Perseus’un Medusa’yı öldürmesine yardımcı oldu.
Eski Yunan’ın bir başka kahramanı olan Perseus, Kral Polydectes tarafından Medusa’nın başını getirmekle görevlendirildi. Olağanüstü boyutları ve gerek ölümlülerin gerekse ölümsüzlerin taş kesilmesine yol açan bakışları yüzünden Medusa’nın başını getirmek olanaksız bir görev gibi görünüyordu. Bununla beraber Perseus Tanrıça Athena’nın kendinden yana olduğunu bildiği için başaracağından emindi. Athena’nın, Perseus’un başarılı olmasını istemesinin kendine göre nedenleri vardı. Özetle, Medusa’dan nefret ediyor ve tapınağında Poseidon’la yaptığı kaçamağın öcünü almak istiyordu. Athena, Perseus’a cilalanmış bronz bir kalkan verdi ve önerilerde bulundu. Perseus bunları memnuniyetle karşıladı.
Athena, Perseus’a Medusa’nın inine ulaştığında ne yapması gerektiğini anlattı. Uyuyan Medusa’ya doğrudan doğruya bakmak yerine - çünkü o zaman taş kesilebilirdi - onun bronz kalkandaki yansımasına bakmalıydı. Perseus Medusa’ya hiç bakmadan ve gözlerini kalkandaki yansımadan ayırmadan canavarın kafasını kesti.
Perseus Athena’nın yardımı olmadan bu işi asla başaramayacağını biliyordu, bu nedenle minnetini Medusa’nın başını Athena’nın kalkanına yerleştirerek gösterdi. Bir Gorgon’un başı savaşta son derece yararlıydı çünkü düşmanı hareketsiz bırakıyordu. Bu kalkan tanrıçanın simgesi hâline geldi ve hemen tüm betimlemelerinde yer aldı.
Benzer şekilde edebiyat aracılığıyla acıyı çıplak gözle değil kalkandaki aynadan görür, bir nevi seyreltiriz. Paul Lynch’in Prophet Song’da yaptığı da bu, dünyanın acısını okura edebiyat aynasıyla sunarken ana karakterinin uyanması için elinden aynayı çekip almak.
Eilish için dönüm noktası oğlu Bailey’i morgda deforme bir bedenle “görmek.” Görmek insanın gerçekle bağlantısı için elzemdir ve niyetin harekete dönüşü için kırılma anıdır da. Bir yeni doğanı hayal edin. Gözlerinin takıldığı her neyse hareketi ona yönelir. Hareketin miladı görmektir. Algımız ekseriyetle görme üzerine inşa edilmiştir. Görme Biçimleri’nde***, seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü olduğu; bu bütünlüğün, geçici olarak, ancak sevişmeyle sağlanabileceği iddiasıyla John Berger da görmenin farklı bir bağlamdaki yoğunluğundan dem vurmuştur.
Lynch romanında bir önceki PostaPoetika yazımda değindiğim “mise-en-abyme” tekniğini kurgu ve gerçek hayat arasında tasarlamış. Okuruna kurgu içinde, edebiyat üzerinden seyrelterek sunduğu gerçeği, ana karakterine kurgusal “gerçek hayat”ın içinde, sert ve yoğun bir yüzleşme vesilesiyle göstermiş. Bir kurmaca tekniği olan “mise en abyme”i hatırlamak isterseniz:
Posta Poetika #17
Mahir Ünsal Eriş Kova Kova İndirdiler Yazıya Ortaokul düzeyindeki bir tarih kitabını bile elinize alsanız size yazının Sümerler tarafından bulunduğunu söyleyecektir. Bu bilgi doğru fakat kesin değil. Bilim dünyası bu türden doğru ama kesinliği kanıtlanmamış bilgilerle doludur. Bilgi doğru çünkü bilinen en eski yazı örneklerini Sümer uygarlığında görüyoruz. Ama kesin değil, çünkü bu bilginin önüne hep, “şimdilik” ifadesini eklemek zorundayız. Zira iki asır kadar önce Sümerlerden de haberdar değildik. Ama artık biliyoruz. Belki de bir başka medeniyet bulacağız veya bildiğimiz bir medeniyetin çok daha eski tarihlere uzanan yazı denemeleriyle karşılaşacağız ve tüm okul kitapları yeniden değişecek. Bu nedenle bilgi doğru ama henüz kesin değil. Belki de mutlak kesinliğe hiç ulaşamayacağız.
Prophet Song okuruna dünyanın kanayan yarasıyla edebiyat üzerinden ve tepeden görme etkisine benzer bir şekilde bağ kurma olanağı da veriyor. Tevekkeli kurgu ve gerçek arasında yarattığı gelgitle kayıtsızlığımızı eleştirirken aynı zamanda olan bitenle bağlantıya geçmemizi - tepeden görme etkisi ile - kolaylaştıran Lynch, yazar ve yayımcı Scott Simon’a verdiği röportajında şöyle demiş:
Sanırım hepimiz biliyoruz ki, dikkatimiz, içinde yaşadığımız zamanlar, şimdiki zamanın tiranlığı, sosyal medyanın bombardımanı, bipleyen telefonlarımız yüzünden saldırı altında. Ve tabii ki modern yaşamın manzarası da var. Televizyon var. Haberleri izliyoruz. Ve sanırım buna tamamen alışmış durumdayız ve buna alışmak zorundayız çünkü aksi takdirde sabah yataktan kalkamazdık. Ama izlediğimiz şeyin büyük önemi var. Ve gördüklerimizle bağ kurmak çok zor.
Prophet Song’u siz PostaPoetika okurlarının çok seveceğini düşünüyorum. Roman gözbebeğim Türkçeme de çevriliyormuş.
Herkese sağlık, bereket, huzur ve neşe dolu bir 2024 dilerim.
Görünenin ötesini gördüğümüz bir sene olsun.
*Prophet Song, Paul Lynch, Oneworld Publications, UK.
**Mitoloji 101, Kathleen Sears, Say Yayınları, Çeviren: Ekin Duru.
***Görme Biçimleri, John Berger, Metis, Çeviren: Yurdanur Salman.
Ulaş Töre Sivrioğlu
İspanya’nın Amerika Uygarlıklarını Fethi
İspanyollar Amerika’ya ayak bastıklarında bu kıtada binlerce senelik medeniyetlerle karşılaştılar. Amerikan medeniyetleri, astronomi, matematik, tıp gibi alanlarda oldukça ileri olmakla birlikte –Ortaçağlarda en kusursuz Güneş takvimini yapanlar Mayalardı- teknolojik açıdan Avrupalılardan oldukça geri durumdaydılar. Bakır dışında bir maden işlemesini bilmiyorlardı ve aletleri genellikle taştandı. Amerika kıtasında at, deve gibi hayvanlar bulunmadığı için ne süvarileri ne de at arabaları vardı. Bir benzerlik kurmak gerekirse Amerika kıtasındaki en ileri medeniyet düzeyi antik Mısır ve Mezopotamya ile denkti denilebilir. Bu eşitsiz karşılaşmada ateşli silahlara, top ve tüfeklere, süvarilere ve keskin çelik kılıçlara sahip İspanyolların, sadece taş baltalara, ok, yay ve mızrak gibi silahlara sahip olan Amerikan yerlilerine karşı büyük bir üstünlük kurmaları kaçınılmazdı.
Hernando Cortés (1485-1547)
Öte yandan Amerikan yerlilerinin yenilgisi sadece teknik gerilikleriyle açıklanamaz. 1519’da Aztekleri fethetmek üzere yola çıkan Küba valisi Hernando Cortés (1485-1547) Meksika’ya ulaştığında yanında sadece 508 askeri vardı. Karşısındaki Aztek ordusu ise 8 ila 20 bin olarak tahmin ediliyor. 508 askerin her biri tüfekli olsa dahi 20 bin bir kenara bırakalım 8000 savaşçıyı yenmeleri mümkün değildi. Zira bu dönemin tüfeklerini doldurmak hayli zaman almaktaydı ve tüfekler insanları vurmaktan çok gürültü çıkarıp kaçırmaya yarıyordu. Ateşli silahları ilk kez gören yerliler üzerinde yarattığı panik önemli olmakla birlikte Cortés’in askerlerinin de 500’ün çok üzerinde olduğunu düşündürecek bulgulara sahibiz. Yol boyunca Azteklerden hoşlanmayan birçok kabile onlara katılmıştı. Gravürlerde Cortés’in ordusunda İspanyol’dan çok yerli asker olduğu görülmektedir.
Cortes ve yerli müttefikleri Tepeyacac Savaşında
Yerli kabileler Azteklerle savaşta neden İspanyolları desteklemişti? Bunu anlamak için Aztek devletinin siyasal yapısını bilmek gereklidir. Aztekler, çevre kabileler üzerinde acımasız bir siyaset uygulayan bir oligarşi kurmuşlardı. Çevre kabilelere baskınlar düzenleyerek her yıl binlerce insanı esir alıyor ve bu insanları Güneş Tanrısı’na kurban ediyorlardı. İspanyollar, Azteklere karşı sefer düzenlediklerinde müttefik bulmakta zorlanmamışlardı. İspanyolların bu ölçüde kolay zaferler kazanmalarını sağlayan bir etmen de Amerikan yerlilerinin, kralların Tanrı olarak kabul edildiği otantik bir aşamada olmalarıydı. Cortés, Aztek Kralı Montezuma’yı esir aldığında Azteklere istediklerini yaptırmıştı. Aynı olay Francisco Pizarro (1471-1541) 1530’da Peru’ya ulaşıp burada İnka Kralı Atahualpa’yı esir ettiğinde de tekrar etti. O güne kadar bu hükümdarlarını tanrı olarak gören halk için krallarının esir düşmesi İspanyollara karşı direnmenin mümkün olmadığı fikrine yol açmıştı. Bu ve benzeri olaylar sömürge çağı boyunca yeryüzünün hemen her yerinde tekrar etti. Sömürgeci güçler Afrika, Amerika veya Polinezya’da bir kabilenin kutsal görülen şefini ele geçirerek kabilelere istedikleri her şeyi yaptırabildiklerini fark etmişlerdi. İspanyollar, kendilerinin de bilmediği bir avantaja daha sahiptiler. Amerika kıtasında, at, inek, domuz, koyun, keçi gibi hayvanların olmaması nedeniyle Amerikan yerlileri bu hayvanlardan insanlara bulaşan çiçek, şarbon, kızamık, grip gibi hastalıklara karşı bağışıklık sahibi değildiler. Kesin sayı bilinmemekle birlikte Avrupalıların yaydığı hastalıklar nedeniyle milyonlarca Amerikan yerlisinin öldüğü tahmin edilmektedir.
Cortes ve yerli müttefikleri Tepozotlan muharebesinde
Aztek ve İnka gibi devletlerin yıkılmasının ardından Amerikan yerlileri için dramatik bir dönem başladı. İspanyol fatihler neden bu kadar acımasızdı ve altın bulma konusundaki bu sabırsızlıkların sebebi neydi? Bu sorunun cevabı İspanyol keşif ve fetihlerinin doğasında yatmaktadır. Asırlar boyunca “kafir” olarak gördükleri Müslümanlara karşı savaşmaları İspanyolları, yabancı kültürlere karşı önyargılı bir toplum haline getirmişti. Amerika’ya hâkim olan İspanyol fatihler (conqustadores) yerlileri ya yok edilmesi ya da zorla Hıristiyanlaştırılması gerekilen putperestler olarak görmekteydiler. Conqustadorlardan çok farklı düşünmeyen Kilise de, Amerikan yerlilerinin insan olup olmadığını, Âdem’in soyundan gelip gelmediklerini tartışıyordu. Ayrıca İspanyol kâşiflerin çoğu resmi olarak krallık bürokrasisinden kişiler değildi. Kendi servetlerini bu yola döken bağımsız girişimcilerdi. Örneğin Cortés Meksika seferi için bütün mal varlığını ipotek ettirmişti [1] ve altın bulamaması onun kişisel olarak sefalete sürüklenmesine yol açacaktı. Cortés, bu seferin bir geri dönüşü olmadığını adamlarına da kabullendirmek için karaya çıktıktan sonra bütün gemileri yaktırmıştı.
Zamanla Bartolomeo de las Casas (1474-1566) gibi hümanist düşünürlerin Amerikan yerlilerine uygulanan soykırım ve zorla Hıristiyanlaştırma girişimlerine karşı muhalefet etmesi [2] sonucunda Kilise 1512 yılında Amerikan yerlilerinin “insan” olduğuna hükmetti ve 1537 yılında bazı kanunlar çıkartarak Amerikan yerlilerine dönük baskıları kısmen de olsa hafifletti. Bu yeni kanunlarla Amerikan yerlilerini Hristiyanlaştırma çabaları sürmekle birlikte onların şahsi mallarına dokunulmaması, yerlilere karşı şiddet uygulanmaması, geleneksel kabile danslarını icra etmelerine izin verilmesi gibi bazı ödünler verilmekteydi. [3]
Sonuç olarak Amerika’daki fetihler İspanyolları asla tahmin edemeyecekleri bir zenginliğe boğdu. Avrupa’da 200 senede çıkarılabilecek gümüş mikarının Amerika’da bir kaç yılda elde edildiği sanılmaktadır. Yeni Dünya’da keşfedilen domates, patates, kauçuk, kakao vb bitkilerin Avrupa’da satışı da İspanyollara büyük bir servet sağladı. Yeni ticaret köleciliği de canlandırdı. Köle tacirleri önceleri yerlileri plantasyonlarda ve gümüş madenlerinde çalıştırmak istediler. Ancak Amerikan yerlilerinin Eski Dünya kökenli hastalıklar nedeniyle kitlesel olarak ölmeleri, plantasyonlarda ve madenlerde çalışacak iş gücünün yetersiz kalmasına yol açıyordu. Portekizliler, Brezilya’da bu duruma çözüm olarak Afrika’dan köle getirmeye başladılar. Afrikalılar genetik olarak hastalıklara karşı daha dayanıklıydı ve inek, koyun, keçi gibi hayvanları yetiştirmesini biliyorlardı. Afrika’daki krallıklar Portekizli tüccarlara sürekli olarak köle temin etmeye başladılar. Daha sonra İspanyollar, Hollandalılar ve İngilizler de aynı yolu seçeceklerdi. Tam sayı bilinmese de Afrika’dan dört asır boyunca 50 milyon insanın köle olarak Amerika’ya taşındığı tahmin edilmektedir. Bunların en az %10 ilâ 20’sinin çok kötü koşullar altında yapılan yolculuklar esnasında öldükleri tahmin ediliyor. Sağ kalanları da zorlu bir hayat bekliyordu. Kölelerin pazarda satılırken, aileler de dağıtılıyor, çocuklar annelerinden, kardeşler birbirlerinden ayrılıyorlardı. Köle tacirleri mümkün mertebe birbirlerinin dillerinden anlamayan farklı kabilelere ait köleleri bir araya getirmeye dikkat ediyorlardı. Satın alınan köleler şeker kamışı, kauçuk, muz, kakao gibi bitkilerin yetiştirildiği plantasyonlarda veya madenlerde zor şartlar altında çalıştırılıyorlardı. Kadın kölelerin çoğu Portekizli veya İspanyol erkeklerin gayri resmi eşi oluyorlardı. Katolik inancı sadece tek bir resmi eşe izin verdiğinden, bu kadınlardan doğan çocuklar “gayri meşru” olarak görülüyorlar ve babalarının mirasından faydalanamıyorlardı. Ancak sayıları hızla artan bu evlilikklerin sonucunda Orta ve Güney Amerika ülkelerinde kalabalık melez gruplar oluşmaya başladı. Amerikan yerlileri ile Avrupalılardan doğan melezlere mestizo, Afrikalı-Avrupalı melezlere mulatta deniliyordu. Farklı toplumlarla daha rahat ilişki kuran bu melezler ileriki asırlarda “Latin Amerika” olarak anılmaya başlanacak coğrafyada oldukça etkin bir rol oynayacaklardı. [4]
İspanya’nın Gerileyişi
Sömürgeler İspanya’ya büyük fırsatlar sundu. Bolivya’daki Potosi ve Meksika’daki Zacatecas Guanajuato madenlerinin keşfi ile İspanyol realeri dünyanın en değerli parası haline gelmiş İspanya 16-17. asırların en zengin ülkesi olmuştu. 1503-1660 arasında İspanya Krallığının başkenti Sevilla’ya 185 bin kilo altın 16 milyon kilo gümüş gelmişti ki bunlar resmi rakamlardı ve kaçak gümüşü içermiyordu. [5]Ancak ilginç olarak aşırı zenginlik uzun vadede İspanyolların aleyhine gelişmelere sebep olacaktı. Öncelikle keşifler “sonradan görme” bir zengin kuşağı yarattı. Bu öyle bir zenginlikti ki Potosi’de atların nallarının ve kaldırım taşlarının gümüşten yapıldığı söylentisine yol açmıştı. Potosi’de II. Felipe’nin 24 gün süren taç giyme törenlerinde 8 milyon altın pesoto harcanmıştı. Tüm İspanya’da büyük ve görkemli katedraller inşa ettirme modası başlamıştı. Hatta Vatikan’da San Pietro gibi katedraller de İspanyollar tarafından inşa edilmekteydi.
İspanya’nın altın çağında kadın modası
Öte yandan lüks tüketim artarken üretim de düşmekteydi. Keşifler öncesi İspanya demircilik, marangozluk gibi zanaatlarda iyiydi. Kılıç yapımında ünlüydüler. Oysa Amerika’dan aniden gelen ve çalışmadan elde edilen zenginlik İspanya’da fiyatların uçmasına, alım gücünün iç piyasada düşmesine, halkın temel geçim maddelerinin sürekli olarak ithal edilmesine yol açtı. Yılda 1000 kadar gemi İspanya’ya ithal mallar taşıyordu. Hollanda kumaşları, Brüksel halıları, Floransa brokarları, Venedik kristalleri, Milano silahları, Çin porselenleri bu ithalat listesinin küçük bir kısmıydı. Buna karşı dış ülkelere, ihracata krallık engel oluyordu. 1558’de V. Karl tahttan çekildiğinde Sevilla’da 16 bin dokuma tezgâhı vardı. II.Felipe öldüğünde (1598) ise bunlar 400 civarına düşmüştü. Endülüs’teki koyun sayısı 7 milyon baştan 2 milyona düşmüş ülkenin nüfusu da yarı yarıya azalmıştı. Üretimin azalmasında Katolik kralların siyasal tavrı da etkili olmuştu. Yahudiler ve Müslümanların ardından, zanaatlarda uzman olan 270.000 Morisco’nun (gizli Müslüman) ve Protestan Flamanların ülkeyi terk etmeye zorlanmaları (1558-1609) yerli üretime önemli zararlar vermişti. Sonuçta İspanya, Avrupalıların gözünde kendileri için uzak diyarlarda zahmete girerek altın ve gümüş sağlayan “sağılan bir inek” olarak görünmeye başlandı. 1543’te krallık gelirlerinin %65’i Alman, Cenovalı, Flaman, İngiliz vb. bankerlere olan borçlara harcanıyordu. Zamanla Avrupalılar İspanya sömürgeleriyle olan ticaretine de hakim oldular. 17. asra girildiğinde Amerika’yla yapılan tüm ticaretin %30’u Hollandalıların, %25’i Fransızların, %20’si Cenevizlilerin, %10’u Almanların, %10’u İngilizlerin ve yalnızca %5’i İspanyolların elindeydi. [6] 16. asra muhtemelen dünyanın en zengin ülkesi olarak giren İspanya, bu yüzyıl biterken Avrupa’nın hızla yoksullaşan üyesi durumuna düşüyordu. 20. yüzyıla girildiğinde İspanya artık Avrupa’nın en yoksul ve geri ülkelerinden biriydi. Devasa servetler, boğa güreşleri, şenlikler, lüks tüketim ve manastır-kilise yapımı yüzünden heba olup gitmişti.


İspanya’nın servetini yok eden dörtlü fiesta, festivaller, arenalar ve devasa katedraller
[1] Eduardo Galeano, Latin Amerikanın Kesik Damarları Çevirmen: Roza Hakmen Atilla Tokatlı Sel Yayıncılık,İstanbul 2015, s. 29
[2] Bartolomeo de lasCasas, Brevissima Relacion (Kısa Rapor), Batıya Yön veren Metinler (der. Alev Alatlı) Cilt II Kapadokya MYO, Nevşehir, 2010, s. 512-513.
[3] Papa II. Paulus, Burgos Yasaları ve SublimusDeus, Batıya Yön veren Metinler (der. Alev Alatlı) Cilt II Kapadokya MYO, Nevşehir, 2010, s. 514-521.
[4] Burada ilginç olan nokta bu melezleşmenin uzun bir dönem boyunca sadece İspanya ve Portekiz idaresi altındaki “Latin” Amerika ülkelerinde yaşanmasıydı. Anglo-Sakson yerleşimlerin kurulduğu Kuzey Amerika’da beyaz bir insanın bir Amerikan yerlisiyle veya bir Afrikalıyla resmi ya da gayri resmi ilişkiye girmesi oldukça istisnai bir durumdu. Kuzey Amerika ülkelerinde ırklar arası evlilik ancak 20. asır sonlarında “normal” olarak karşılanmaya başlanacaktı.
[5] Galeano, age, s. 41.
[6] Galeano, age, s. 43.
Mahir Ünsal Eriş
“Beni bende deme bende değilim. Bir ben vardır bende benden içeri.”
Fizik bilimi Einstein’a kadar bir ilk hareketin peşindeydi. Aristoteles’ten ta Newton’a kadar fiziği konuşan her düşünür, her bilim insanı, evrendeki tüm hareketi başlatan bir “start” komutunu tartıştı. Elbette bilim ve felsefe birbirlerinden ayrılamaz şeyler olduklarından bu tartışma felsefede de karşılık buldu. Bir “first cause” ya da Arapçadan alınmış Eski Türkçe ifadeyle, bir “illet-i ûlâ”, günümüz diline uyarlanmış haliyle bir “ilk neden” arayışı hep sürdü. Evet, evrendeki tüm varlıklar hareket halindeydi. Atomik düzeyden galaktik ölçeklere kadar her şey ama her şey hareket ediyordu, hatta bir saatin çarkları gibi birbirlerinin hareketlerini de tetikleyecek ya da güçlendirecek/zayıflatacak şekilde dairesel hareket ediyorlardı. Ama bütün bu hareketi başlayan bir ilk hareket, bir ilk komut ya da bir ilk “çakış” var olmalıydı. Bu arayış Einstein’ın çağına kadar sürdü. Einstein ve çağdaşı bilim insanları fiziği, tabiri caizse, yeniden yazdılar. Newton fiziğini arada bir başvurulacak eski bir kaynak olarak kitaplığa kaldırıp bilimin eline Einstein’ın fiziğini tutuşturdular.
* çağımızın dahisi varoluşun biricikliğine dil çıkarıyor
Kameraya dil çıkaran dâhimiz, hareketin zaten evrenin var oluşunun kendisi olduğunu söylüyordu. Yani bu durum başlamamıştı, hep vardı. Her şey zaten hareket halindeydi. Varoluşun temelinde zaten hareket yatıyordu üstelik bu hareketlilik, evrenin temel yasaları düşünüldüğünde bağımsız olamazdı. Mutlaka başka şeyleri de etkilemeliydi. Öyle birinin çıkıp ilk düğmeye basmasıyla çalışmaya başladığı gibi bir şey yoktu. Ha, illa da bir ilk sebep, bir first cause, première cause, illet-i ûlâ falan aranacaksa Big Bang vardı. Evrendeki tüm madde ve enerjinin sonsuz küçüklük ve yoğunluktaki bir noktadan başladığını ondan öncesinin hiçlik olduğunu kabul etmek daha akla yatkındı.
Einstein’ın fizik dünyasıyla ilgili klasik fiziğin öğrettiği birçok şeyi değiştirdiğini biliyoruz. Hepsinden bahsetmeyeceğim elbette. Ama içlerinden biri, benim için en ilginç olanlardan biri bu ayki yazımın konusu. O da şu; Einstein, uzay ve zamanın aslında birbirinden ayrılamayacağını, ikisinin düpedüz aynı şey olduğunu savunuyordu. Bunu da en kolay ışığın hareketinden anlayabiliyorduk. Işığın hızı evrendeki hız sınırını belirliyordu. Bir sabitti. Ve ışığın, kimi zaman beklendiği şekilde hareket etmediğini gördüğümüzde anladık ki uzayın, tabiri uygunsa, “bükülmesi” ışığın bize düpedüz gelmesini engelliyordu. İşte bu kırılmalar, ışığın beklenmedik hareketleri, büyük kütlelerce uzayın hakikaten “bükülerek” izafi yani göreli hale getirilmesinden ileri geliyordu. Çok büyük bir kütle, uzayı tüm yönlerden, cahilce tabirimi mazur görün, merkeze doğru “çeker”. Tıpkı dünyamızın Ay’ı, Güneş’in dünyamızı, galaksimizin merkezindeki kara deliğin tüm Samanyolu’nu kendine çekmesi gibi. Bu da şuna sebep olur, zaman dünyada daha farklı seyreder, galaksimizin merkezinde başka uzak bir köşesinde başka. Zaman, izafidir. Hani bilimkurgu filmlerinde, “Bu gezegendeki 1 yıl dünyamızda 7 yıl ediyor,” lafları edilir ya. Bu düpedüz gerçek ve geçerlidir.
Einstein’dan sonra mümkün olabileceğini öğrendiğimiz bir başka şey de paralel evrenler. En azından teorik olarak. Elimizde çok net, sınanamaz, mutlak bir bilgi var: Her seçiş, diğer seçeneklerden vazgeçiştir. Şöyle görselleştireyim. Dümdüz bir yolda yürürken yolun üçe ayrıldığını gördünüz. Üçe bölünemeyeceğinize göre ya bunlardan birini seçecek ya da geri döneceksiniz demektir. Bu üç yoldan 2 numarayı tercih ettiğinizde, 1 ve 3. yollarda sizin neyi bekliyor olduğundan hiçbir zaman haberdar olamayacaksınız. Onlardan birini seçseydiniz de 2. yol sizin için bir muamma olarak kalacaktı. Dolayısıyla, 2’yi seçtiğimizde 1 ve 3’ten vazgeçmiş oldunuz. Oysa bilim diyor ki, her seçimle, seçmediklerinizi gerçekleştiren bir paralel evren daha yaratmış olabilirsiniz. Yani aslında siz 2’yi seçtiğinizde üç yeni evren daha oluştu sizinkine paralel. 1’i seçenin olduğu, 3’ü seçenin olduğu ve geri dönenin olduğu. Ve o evrendeki sizler de şu anda, “Acaba diğerini seçseydim sonuçları ne olurdu?” diye merak ediyor ve asıl sizin kendisi olduğunu varsayıyor. Yani muhtemelen bu yazıyı okumayı seçen siz kendinizin asıl versiyon, genelde yaygın olduğu üzere aylık yazı linkini dahi tıklayıp açmayan diğer versiyonların alternatif versiyonlarınız olduğuna inanıyorsunuz. Hayır, öyle değil. Gerçeklik, tüm paralel evrenlerde aynı ciddiyetiyle sürmekte devam ediyor. Oradakiler de asıl versiyonlarınız, çünkü o evrenler de gerçek ve oradakiler de bu yazıyı okuyan halinizin alternatif olduğunu düşünüyor.
* görselin konuyla alakası yazının sonunda
Keep reading with a 7-day free trial
Subscribe to PostaPoetika to keep reading this post and get 7 days of free access to the full post archives.